Sanatta Devrimci Tavır

Yaşamla beslenen gerçeklerden doğar Fakir Baykurt’un romanları, öyküleri. Ona göre sanatta devrimci tavır, hayatı değiştirme tavrıdır. Anadolu Garajı ve Tırpan’ın önsözlerinde bu görüşünü açıklamıştır.

Baykurt, ilk romanı Yılanların Öcü’nde de, yazgı gibi gösterilen alışılmış düzene başkaldırır. Direngen bir kadın (“Irazca”), üstü örtük bütün gerçekleri gün yüzüne çıkarıverir. “Temeloş” (Amerikan Sargısı), “Uluguş” (Tırpan) kurgulanmış kişilerdir; ama onlar da direngenlikleriyle, gerçek kişiliğin simgesidir. Baykurt’un kişileri, o doğal dilinin, doğal yaşama biçiminin yarattığı gerçeklikten beslenir. Çehov gibi, Gorki gibi, yaşamın aydınlık yüzüne değil, anlatılması gereken derin oyuklarına tutmuştur yazının ışığını. Kişilerinin doğallığı, onun önemli yazarlara özgü söyleminin ürünüdür. Sanatsallığı abartısız, betimlemelerle, halk ağzının yalınlığıyla yaratır.

Baykurt’un yazı damarları özbeöz köyden beslenir. Oranın bilgisiyle, izlenim ve gözlemleriyle okuma dünyasına açılmıştır. Köy, onu kendi adına kendi dili yapmıştır. O dille, köyden aldığını, belli bir sanatsal düzey yaratarak yine köye armağan etmiştir. Onların dünyaları, yolları yordamları, Fakir Baykurt’un savaşımcı dilinde direngenlik kazanır. Yaşamı değiştirmeyi düşünecek denli gözü pektir bu kişiler. Baykurt’un romanındaki düşünsel örgü, onların gerçeğiyle kurgulanır. Köy insanının yaşam birikimleri, sanatın dünyayı değiştirme gücünün dinamosudur. Fakir Baykurt’u köylünün direngen yüreğinin yazarı yapan onun bu yönüdür.

“Kabak Musdu”, ağadır (Tırpan), işbirlikçidir, üçkâğıtçıdır. Para pul onun elindedir. Yoksul Dürü’yü parayla pulla elde edeceğini sanır. Elli altmış yaşındaki bir adamın on iki on üç yaşındaki bir kızı alıp koynuna sokması doğal sayılır köy ortamında. Tırpan’da bu gelenek, bu doğallık, bu baskı, bu zulüm değişiverir. Nerdeyse “yazgı” olmuş bu yaşama karşı direnir on iki on üç yaşındaki “Dürü”.

Dürü’yü destekleyenler çıkar. Dürü’nün sorunu birden bütün köyün sorunu oluverir. Köylünün bilinci artmıştır, direnme gücü bilenmiştir. Roman, gerçeklik duygusu yaratma yönünden görevini yerine getirmiştir. Sanatta devrimci tavra bu bilinçle ermiştir Baykurt. Belli ki ancak toplumunu kültürüyle, yaşayışıyla, diliyle sanatsal düzeye çıkaran yazar yapabiliyor bunu. Toplumu ekonomisiyle, gelenek bütünüyle, insan kaynaşmalarıyla algılayan bir yazar, onun adına söz söylemeye giriştiğinde böyle bir sorumluluk yüklenebiliyor.

Ancak, toplumun yürek vuruşunu yüreğinde duyan bir sanatçı, “hayatı değiştirme amacına yönelmiş bir sanat(ın), insanın bilinçlenmesine ve birleşmesine yardım edeceğini” sanatının amacı sayar. Toplumdaki duygusal/düşünsel iniş çıkışlar da onun düzeneğinde yorum bulur. Sağduyusunu toplumun sağduyusu, beğenisini toplumun beğenisi yapmadı mı, ondan, halkın yaratıcı kaynaklarından beslenmesi beklenmemelidir. Halkın yaratıcı varlığını duyumsayıp tüm insanların gerçeğine dönüştüremeyen yazar, yazdıklarında etki uyandırmayan uydurma kurgular arasında dolaşır durur.

Yazarın kesin bir tavır alması gerektiğini savunan Baykurt, Tırpan’ın önsözünde şunları söylemek gereğini de duyuyor: “Bakıyorum, bazı arkadaşlar, kendini asan kızların öyküsünü yazıyorlar. Kızı, istemediği birine vermiş oluyorlar. Kız, direnç gösterip kurtulamayınca asıyor kendini. Eski öyküler de böyleydi. Ve hep böyle gidiyor. Bence bu, sanatta devrimci bir tavır olamaz.”

Bu görüşleriyle, konu yönlendirmelerdeki alışkanlığa karşı çıkıyor Baykurt. Sanat, alışılmışı reddetmek olduğuna göre, Fakir Baykurt’un görüşlerini bu açıdan da değerlendirmek gerekir. Yazının anlatım alanı, her alışılmışı yıkacak denli geniştir. Gelişme aşamasındaki toplumlarda yazar, toplumsal soluk alışın atardamarı olmak zorundadır. Kurmaca yanı ağır basmasına karşın Yılanların Öcü’nün, Tırpan’ın önemi buradan geliyor.

Yine de, gerçek, umuttan yücedir. Baykurt unutulmaz öyküler katmıştır yazınımıza. “Şıhlıgöz Yolunda” (Can Parası) adlı öyküde, umudun yerini gerçeklerin aldığı görülüyor. Öyküde, köylüleri şöyle anlatıyor Baykurt: “Varlıkla yokluğun, açlıkla tokluğun sınırında çabalayıp duruyorlardı. Ne kadar kısaydı, ne kadar güçsüzdüler ağanın ve doğanın karşısında! Ne kadar da kolay kandırılıyorlar, çabuk uyutuluyorlardı...”

Şıhlıgöz köyü öğretmeni Ziya Öner, doğa karşısında büyük bir yenilgiye uğrar. O doğayı yeneceğine doğa onu yenmiştir. Her şeyin öğretmeni yendiği, onu sürüm sürüm süründürdüğü bir düzende öğretmenle umudu bağdaştırmak... Öğretmenin dayanacağı bir yer de kalmamıştır. Sırtını dayadıklarının da, Baykurt’un deyimiyle, ellerinden hiçbir şey gelmez. Değirmen başkasının, çayır başkasının, tarlaların yarısı başkasının olursa köylünün bir gücü olur mu? Onlardan destek bulacağını sanan öğretmenin gücünden söz edilebilir mi?

“Çocuklar avare olmasın” diye karakışta yollara çıkan Ziya Öner’ in olacağı şudur: “Bir kemik yığınıydı. Kurt kuş pampak etmişti etini. Ne gözü kalmıştı, ne kaşı, ne de kirpiği. Giysilerinin yırtıkları çevreye saçılmış gibiydi. Darmadağın olmuştu filesi. Fileden çıkanları da dağıtmışlar, yenecekleri yiyip yutmuşlardı. Ama dört düzine kurşunkalemle iki kutu tebeşir dokunulmadan duruyordu. Bunlar da olmasa ölenin Ziya Öner olduğu bilinmeyecekti belki. Kurt kuş nişanını koymamıştı.”

Baykurt’un yaptığı, sanatına düşünsel yorumlar katmaktır. Gerçekçiliğin bir boyutu da budur. Yazar, gerçeği dile getirdiği ölçüde toplumsal sorumluluğunu da yerine getirir. Bunun bir ucu “Irazca”ya, “Dürü”ye dayanır, bir ucu Öğretmen Ziya Öner’e. Baykurt’un günlük yaşamda dönenip durur gibi yazmasının derinliğinde hep bu gerçeklik arayışı yatmaktadır.

Adnan Binyazar - 07.10.20